Adıyla yayına hazırladığımız koleksiyon kitabımız için yıllar boyunca topladığımız objelerin değerlendirilmesi, tasnifi ve kitap haline getirilmesi, uzun ve yorucu bir çalışma gerektirdi. Tek başıma asla altından kalkamayacağım bu konudaki yükümü, değerli büyüklerim ve dostlarım benimle paylaşarak hafiflettiler. Bu bölümde, hazırlık aşamasında yaptığımız toplantıları ve aldığım bazı notları paylaşarak bu dostluğu kalıcılaştırmak istedim. Bir anlamda da bu, onlara olan minnetimin bir ifadesidir.
Rahmetli babam, bitirme armağanı olarak gurbetten, ta İstanbul’dan bana bir kol saati göndereceğini söylemişti. Günler yaklaştıkça, benim kadar okuldaki öğretmenler de heyecanlanıyor, merakla saatin gelip gelmediğini, ne zaman geleceğini soruyorlardı. Kendi heyecanım ve merakım yanında öğretmenlerimin bu meraklı bekleyişleri de, gelecek saate apayrı bir anlam katıyordu.
Bende, özel eşyalarıma değer verme alışkanlığının başlangıcı bu olaydır.
O yıl ilkokulu bitirecektim. İyi bir öğrenciydim ve ders yılının son günlerinde rahmetli babam, bitirme armağanı olarak gurbetten, ta İstanbul’dan bana bir kol saati göndereceğini söylemişti. Günler yaklaştıkça, benim kadar okuldaki öğretmenler de heyecanlanıyor, merakla saatin gelip gelmediğini, ne zaman geleceğini soruyorlardı. Kendi heyecanım ve merakım yanında öğretmenlerimin bu meraklı bekleyişleri de, gelecek saate apayrı bir anlam katıyordu.
Bende, özel eşyalarıma değer verme alışkanlığının başlangıcı bu olaydır.
O zamanın Türkiye şartlarında, büyük şehirlerden yollanan eşyalar ilçelere şehirler arası otobüslerle gelir, ilçelerden köylerdeki sahiplerine ise, taşımacılık yapan minibüs şoförleri tarafından ulaştırılırdı.
Saatimin ilçeden köyümüze getirileceğini annemden haber alır almaz öğretmenimden izin isteyerek köyümüzün (Zisino) kahvehaneleri (Filili) önünde beklemeye başladım.
Saatlerce beklemiş olmalıyım ki, birden etrafımda dağılan okulumun öğretmenlerini gördüm. Onlar da benim gibi büyük bir heyecanla gelecek saati beklemeye başlamışlardı. İçlerinden birinin: "Gelmedi mi hâlâ?” diye sorarken, sesindeki sabırsızlığı fark ettim. Demek ki onlar da benim kadar merak içindeydiler. Sanıyorum babamın gönderdiği bu saat, aynı zamanda bende özel bir kişi olma duygu-su da uyandırmıştı. Bundan da öte, sahibi olduğum bir şeyi saklama, koruma ve ne kadar basit olursa olsun, bir anı değeri taşıdığı duygusu uyandırmıştı.
Aynı yıl, köyden İstanbul’a göç etmek durumunda kalmıştık. Taşınma sırasında birkaç parça da kendime ait özel eşyam bulunuyordu. Bunları özenle ve kimseye göstermeden ayrı bir kutuya koymuştum. İçlerinde, altın yaldızlı bir cami maketi ile Osmanlı tuğrasıyla süslenmiş su bardağı vardı. Bunların ortak eşyalarımız dışında yalnızca bana ait olması, kendimi özel ve değerli görmemi sağlamıştı âdeta.
Çocukluktan gençliğe adım attığım zamana rastlayan bu olaylar bana, bazı değerli eşyalara karşı dikkatli olmayı ve daha da ileri giderek sahiplenmeyi ve korumayı öğretti. Antikacılarda gördüğüm güzel bir obje, sanki ona sahip çıkmazsam kaybolacak, ortalıkta heder olup gidecek duygusuna kapılıyordum. Daha da ilerleyen yaşlarımda, bu duygunun birçok insanda bulunduğunu ve bunu yapanların aslında birçok değerlerimizi yok olmaktan koruduklarını ve yeni nesillere aktardıklarını görüp anladım. O günlerden başlayan değerli eşyaların korunması ve koleksiyonculuk duygularım gelişerek devam etti.
O gün bugündür, kendimce değer atfettiğim objelere karşı hep ilgi duydum ve elimden geldiği kadar da çeşitli konularda koleksiyonlar yapmaya çalıştım. Misal olarak söyler-sem, İmam Hatip okulunda okurken, tarih hocam Yusuf İzzettin Sav’ın, elinde keser sapıyla, neredeyse kafamıza vura vura bize Osmanlı'yı anlatması, özellikle Sultan Abdülhamid'e olan sevgi ve hayranlığımı olabildiğince artırmış, onunla ilgili fotoğraflar biriktirmeme vesile olmuştur. Son dönem sultanların, özellikle göğüslerinde parıl parıl parlayan "Nişan"lı fotoğrafları ise, beni olağanüstü etkilemiştir.
Bu fotoğraflara baktıkça göğüslerindeki nişanlar, şemseler ve madalyalar beni kendine çekiyordu. Zaman içinde fotoğraflarda hayranlıkla izlediğim bu türden şeylerin gerçekle-rini alabilme, biriktirme ve dolayısıyla koleksiyonunu yapmaya başladım. Gittiğim her yerde nişan ve madalya arar oldum, görüştüğüm her dostumla bu tarz konuşmalar yapmaya başladım.
Bu süreç içinde epeyce yol kat ettim, hatırı sayılır sayıda nişan ve madalya topladım.
Ancak hayatın akışı içindeki iniş ve çıkışlar, maddi imkânlarımı zorlamaya başlayınca bunu devam ettirmenin oldukça zorlaştığını gördüm. İnsanın arzuladığı, ama elde edemediği şeylerin yaşattığı o buruk duyguyu tattım. Yine antikacıları dolaşıyor, gücümün yettiği kadar edinmeye çalışıyor, alamadıklarımı da seyretmekle yetinmeye çalışıyordum.
İşte böyle bir gün, belki bir nişan bulurum umuduyla Bursa'daki Aynalı Çarşı içindeki Nazif Gelen (Kalınkas) amcamızın antika dükkânına gittim. Tozlu raftan özenle çıkararak önüme koyduğu şey, gerçekten harikulade bir "Nişan-ı Osmani" idi. Almayı o kadar istemiş ve fiyatını alabileceğim seviyeye çekmeye çalışmış olmama rağmen, bunu başaramadım. Bu, benim için nişanlar bahsinin kapanması oldu. Aslında elbette Nazif amca da benim o objeye sahip olmamı candan arzuluyordu. Ama onun da belli bir fiyattan aşağı inme imkânı yoktu.
Bu duruma üzülen Nazif amca, belki benim üzüntümü birazcık olsun azaltır umuduyla bu defa yan taraftaki dolabın içerisinden çıkardığı, rulo şeklindeki sargılı bir Osmanlı evrağını önüme koydu. “Madem nişanlardan vazgeçtin, Osmanlı’nın başka bir görsel zenginliğine bak ve gör” dedi.
Gerçekten de, açıp baktığımız rulonun tam ortasında yaldızlı bir Osmanlı arması, alt tarafında Fransızca ve Osmanlıca iki dildeki tercümesinin yer aldığı kocaman bir diploma gördüm. Kendimi birden farklı bir dünyanın eşiğinde hissettim. Renkli bir görsel şölenin karşısında duruyordum. Bu kapıdan içeri girmem gerektiğini düşündüm; daha doğrusu o kapı beni içeri doğru sürükledi. İşte hayatıma giren yeni bir koleksiyon yapma düşüncesi o anda doğdu.
Okulla ve sınavla ilgili bir rüya gördüğümde bile, uyandığımda kurban kesecek kadar sevinen ben, 2000’li yılların başında, eğitim tarihinin diplomalar sayfasını bu vesileyle açmış bulundum.
Bu serüvenin başlangıcından itibaren, Türkiye’de “efemera” konusunda seçkin bir yere sahip olan dostum Sertaç Kayserilioğlu Bey, benim için her zaman en büyük yönlendirici oldu.
Kıymetli kardeşim ve yol arkadaşım Mehmet Okutan'ın sayısız diploma, icazet ve ilgili ilgisiz birçok belgeyi tereddütsüz tercüme etme gayretini gördüm. Her defasında kendisine "yol alamıyoruz" diye serzenişlerde bulunmama rağmen beni yarı yolda bırakmayan Yüksel Kanar ağabeyimin de bu kitabın sizlerin önüne gelmesinde büyük rolü oldu. Bu vesile ile kitabın oluşmasında, en küçüğünden en büyüğüne kadar emeği geçen bu dostlarıma tek tek teşekkür ediyorum.
Yine biriktirdiğim antika ve koleksiyonlarımın evimizin her tarafını kaplamasına rağmen, büyük bir özveri ile karşılayan ve sabır gösteren kıymetli eşime ve çocuklarıma, gösterildikleri bu kaya gibi destek ve sabırdan dolayı şükranlarımı sunuyorum.
Hayatımın son 15 yılında bana çok büyük kazanımlar sağlayan bu koleksiyon vesilesiyle gördüğüm diploma ve icazetname görselleri, gerçekten dünyamı genişletti ve Osmanlı'ya olan hayranlığımı bir kat daha arttırdı. Okuyucularımın huzuruna böyle bir kitapla çıkmak, aynı zamanda atalarımızı minnet ve rahmetle anmamıza da vesile olacağı için mutluyum.
Dün olduğu gibi bugün de, ülkemizin ve bütün dünyanın en baş sorunu olan eğitim ve öğretim meselesine küçük de olsa bir katkı olduğuna inandığım bu koleksiyonun, geçmişin mirasını bir kez daha hatırlatacağına ve yenilenmede onlardan faydalanma yollarını gündeme getireceğine katkı sağlayacağına inanıyorum. Çünkü geçmişe dayanmadan bir gelecek kurmak mümkün değildir.
Sizleri, 17. yüzyıldan günümüze kadar sayısız diploma, icazet görseli ve eğitim belgeleriyle baş başa bırakırken, gelecek nesillerimizin bunları örnek alması dualarımla saygılar sunuyorum.
Sözlerimin sonunda ben de, Hz. Şuayb Aleyhisselam gibi başarının ancak Allah'ın yardımı ile olduğuna inanıyorum:
"Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir" (Hud: 88).