İslâm inancında ilâhî muhabbet, sevginin temelini oluşturur. Zira Yüce Allah (c.c.) insanoğlunu maddi ve manevi zırhıyla donatmış, kendinden ruh üfleyerek yaratmıştır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanoğlunun bu mana boyutu istikametinde hareket etmesi, yaratıcısına olan özleminin, O’nun ruhuna olan muhabbetinin bir yansımasıdır.
Sevgilerin en üstünü, önce Yüce Allah (c.c.)’a, sonra Hz. Peygamber’e (s.a.v.) duyulan sevgidir. Bu nedenledir ki, Allah’a ve O’nun elçisine duyulan bu sevgi, İslam toplumlarının hep başat/en üstün tuttukları konuları olmuştur.
Kişinin sevdiğine sevgisini yansıtacak sözler söylemesi, onları edebî, şiirsel bir sanat yoluyla ifade etmesi beraberinde yaygın bir geleneğin oluşmasına da katkı sağlamıştır. Aslında bu gün olduğu gibi önceki dönem edebiyatımızın da ilk kaynakları, ana kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis-i Şerifler olmuştur. Kur’an ve Sünnet’te ise inananların birbirlerine dua etmeleri emredilmekte, kötülüklerden Allah’a sığınmaları öğütlenmektedir. Zira yaratılış itibariyle zayıf bir varlık olan insan, sınırlı kuvvetiyle sınırsız kudret sahibi Yüce Allah’a (c.c.) en güçlü bir şekilde ancak dua ile bağlanabilir. Bu sebepledir ki, maddi ve manevi çıkmazlarla karşılaşan Müslümanlar öteden beri Naat, Rukye ve Havas gibi dua kasideleriyle kendilerine zihinsel bir sığınak oluşturmuşlardır. Bunların ortak noktası, kâinatta yalnız olunmadığı duygusuyla dua okuyarak kendini daha korunaklı hale getirmektir.
Nitekim Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da bu uygulamaları doğru bularak, şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan duaların câiz olduğunu bildirmektedir. (Bkn: TDV. Ansiklopedisi, Rukye maddesi.)
Biz burada: İcazetten Diplomaya Koleksiyonu’muzda var olan Kaside-i Bürde, Delâilü’l-Hayrât, Hizbü’l-Azam ve Sahibü’l Karniyye icâzetlerinden yola çıkarak hem onların içeriklerini, hem de pratik hayatta yaşanmış bazı kesitleri sunmuş olacağız.
İslâm’dan önce ve sonraki dönemlerde Arap Coğrafyasındaki toplumlarda şiir ve methiyelerin yaygın olduğunu biliyoruz. Özellikle İslâmî dönemde Hz. Peygamber’i (s.a.v.) methederek ona olan aşkını/bağlılığını dile getiren pek çok kişi olmuştur. Bu kimseler, ona olan özlem ve hayranlıklarını dillendirebilmek adına, hakkında sayısız övgü, naat ve kaside terennüm etmişlerdir.
Bu methiyeler zamanla öylesine bir çığır açmıştır ki, ona yazılan bu kasideler, toplumun güçlü inancı ve sevgisi sayesinde adeta bir manevi şifa kaynağı haline gelmiştir. Ayrıca, halk arasında hüsnü kabul gören bu gibi methiyeleri okuma ve okutmaya yönelik icâzetnâme verilmesi yoluna gidilmiştir.
Örneklerini vereceğimiz Kasîde-i Bürde ve adı geçen diğer icazetlerin özünde, Allah’ın ekmel-i mahlûk olarak yarattığı insanoğlunun huzurlu bir hayat ortamında sağlıklı ve mutlu yaşayabilmesi için O’nun yardım ve yakınlığına her zaman ihtiyaç duyması yer almaktadır. Neredeyse tüm icazetlerde, hem dünya hem de ahiret hayatında buna ulaşabilmenin dua ile mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’den ilham alan ve kökeni Peygamber Efendimiz’le onun sahabeleri döneminde yaşanmış manevî hayat olarak telakki edilen tasavvuf, İslâmiyet’in kabulüyle Türkler arasında yayılmış, milletimizin sosyal, dinî ve edebî hayatının şekillenmesinde büyük rol oynamıştır.
Son devir Nakşibendî şeyhi ve İslam Âlimi A. Ziyâeddin Gümüşhânevî (18131894)’nin kolundan Karadere Müderrisi Ganiömerzâde Mahmud Sabri Efendi, Hocası ve Şeyhi olan Osman Niyazi Efendi’den icâzet almıştır (1865). Mahmud Sabri Efendi aldığı icâzetler doğrultusunda, Muhyiddin Arabî (ö.1240)’den silsile yoluyla gelen ve ruhî hastalıklara okunan “Hizbuddürer-il Âla”, Şâzeliyye tarikatının kurucusu sayılan Hasan eş-Şâzelî (ö.1258)’den silsile yoluyla intikal eden aynı amaca yönelik Hizbül
Azam ile pekçok Salavatı Şerife’yi bünyesinde toplayan Kaside-i Bürde ve Delâilü’lHayrat gibi eserler vasıtasıyla tedavinin dua boyutuna ağırlık vermiştir. Öyle ki, Mahmud Sabri Efendi İslâm fıkhının cevaz verdiği ölçüde Rukye, Hamâil ve Vefik gibi dualarıyla adeta manevî bir doktor, bölgedeki şifalı bitkilerden ürettikleriyle de Lokman Hekim gibi kabul görmüştür.
19. Yüzyılın son üççeyreğinden itibaren bulunduğu Karadeniz Coğrafyasında, Osmanlının dışarıdan kaynaklı zor şartları altında çare üretmeye gayret eden Mahmut Sabri Efendi’nin 1880 yılında aldığı ikinci icâzetnâmesinde halk sağlığına yönelik şu ifadeler yer almaktadır:
“Beni Üstadım Âlî nimet sahibi, hastalıkların vasıflarını bilen ve bunları tahliye eden Şeyh Seyyid Veliyüddîn Gazi, Kâdirî, Nakşibendî, Rufâî ve Halvetî Postnişin Türbedarı Deniz Abdal ki İmam-ı Âzam’ın neslindendir. (...) Bundan sonra icâzet veren ve icâzet verilen bu silsiledendir. Bu icâzetler Muhyiddîn Arabî’nin silsilesine ulaşır ki, bu iftihar ona yeter. (...) Kaside-i Bürde, Deâilü’l Hayrât ve Hizbü-l A’zam’ı okumaya ve okutmaya üstatlarımın ve şeyhlerimin bana verdiği icâzet gibi seni icâzetlendirdim. Onları su üzerine oku! Onu konuşma kabiliyetini kaybedenlere, aklını kaybetmiş olanlara, gözünü kaybetmiş olanlara (perde inen/katarakt), kendilerine sihir yapılmış olanlara oku ve içir! Diğer bütün hastalıkların tamamına oku.”
Duanın insan üzerindeki olumlu etkisi birçok ruh hekiminin dikkatini çekmiş, bu alanda yapılan deney ve tecrübelerde dua ve telkin gücünün hem beden hem de ruh üzerindeki tesiri gözlemlenmiştir. Modern tıpta da moral ve ümit sayesinde bazı fizyolojik ve ruhi hastalıkların tedavisinin mümkün olabileceği öngörülmüştür.
Duanın önemiyle ilgili olarak konuşan ünlü bilim insanı ve iki Nobel ödülü sahibi A. Carrel de “Hiçbir insan, karşılığını almadığı bir dua etmemiştir” diyerek duanın Allah’a giden yolu aydınlattığını ifade etmiştir. Ayrıca “dini, insan hayatından çıkarırsanız her şey mubah olur” sözüyle gayet veciz ve anlam değeri büyük bir cümleyi dillendirmiştir. Doktor Carrel’in tespitleri bu yönüyle, icâzetnâmelerde vurgulanan, Yaratıcıya olan inancın ve dua ederek O’na yönelişin manevi bir zırh gibi insan yaşamını tümüyle kuşattığı ve insan sağlığına önemli ölçüde katkı sağladığı hususlarında dikkatlerimizi çekmektedir.
İnsan, toplumda güven duyduğu kişilerin telkin ve tavsiyelerine genelde hep açık olagelmiştir. Dara düştüğünde, zorla baş başa kaldığında ilk başvurduğu yer ilâhî makam olmuştur. Özellikle amansız hastalık, deprem, yangın ve sel gibi insanı derinden sarsan afetler, bunun en belirgin örneklerinin görüldüğü ortamlardır diyebiliriz.
Bu ve benzeri durumlarla karşılaşan insanların çareyi ve şifayı yalnız Allah’tan umarak kendilerine Kur’ân okutup dua ettirmelerinde dini bir sakınca görülmemektedir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 28 Eylül 1979 tarih ve 1883 sayılı kararında, Cenâb-ı Hak’tan şifa umarak hastalara Kur’ân-ı Kerîm ve şifa ile ilgili dualar okumanın câiz olduğunu açıklamıştır. Zira İslamiyet’te Allah’a yönelişin, O’na dua ve yakarışın değerinin yüksek olduğu bilinmektedir. Örneğin, ibadet hükmünde olan dua için bir âyet-i kerime’de: “Bana Dua edin, duanıza icabet edeyim“ (Mü’min, 40/60) buyurulmaktadır.
KASİDE-İ BÜRDE İLE ŞİFA...
Kaside-i Bürde, Hz. Peygamber’e duydukları derin muhabbetin bir tezahürü olarak Ka’b b. Züheyr ile Bûsîrî’nin kaside nazım şekliyle yazdıkları iki farklı şiir için kullanılan ortak bir terimdir.
Hz. Peygamber’in çeşitli vasıfları, yaşam tarzı, örnek şahsiyeti, güzel ahlakı, nübüvveti ve tüm insanlığa rehberlik eden sözleri, şairlere ilham kaynağı olmuş ve ona hissedilen derin muhabbetin neticesinde asrısaadetten günümüze kadar pek çok eser kaleme alınmıştır.
Yazımızın konusunu teşkil eden ve zamanla bir ilim hüviyeti kazandığı için müntesiplerine icâzetnâme verilen Kaside-i Bürde; Hz. Peygamber’e yaşadığı dönemde methiyeler sunan önemli şair sahabe Ka’b b. Züheyr’in (ö.645?) kasidesidir.
Ka’b, kardeşi Büceyr’in (ö.631’den sonra) Müslüman olması üzerine onu ve Hz. Peygamber’i hicveden bir şiir yazmış, bu sebeple Resulullah onun cezalandırılmasını istemiştir. Ancak daha sonra Hz. Peygamber’den özür dileyerek Müslüman olmuş ve huzurunda ünlü kasidesini okumuştur. Kasideyi çok beğenen Allah Resulü, Yemen’den gelen hırkasını (bürde) çıkarıp Ka’b’ın omuzlarına koyarak onu ödüllendirmiş, bundan dolayı söz konusu şiir Kasîdetü’l-Bürde adıyla meşhur olmuştur.
Kasîde-i Bürde ismiyle şöhret kazanan diğer şiir Bûsîrî’ye aittir. 1 Şevval 608/7 Mart
1212 tarihinde Yukarı Mısır’da Behnesa şehrine bağlı Behşim’de doğan şair; babası tarafından Bûsîrli olduğu için Bûsîrî, annesi tarafından Delâslı olduğu için Delâsî nisbeleriyle anılmış, bazen de bu iki kelimenin birleşmesiyle meydana gelen Delâsîrî nisbesini kullanmıştır. Fakat Delâsî ve Delâsîrî nisbeleri zamanla unutulmuş ve şair daha çok Bûsîrî namıyla tanınmıştır.
Bûsîrî’nin, Hz. Peygamber’i methetmek için kaleme aldığı el-Kasîdetü’l-Mîmiyye; şairin tutulduğu hastalıktan kurtulmasına vesile olduğu için daha çok Osmanlı Kültür muhitinde Kasîdetü’l-Bür’e (el-Kasîdetü’l-Bür’iyye) şeklinde anılmıştır. Kaside şöhretini, taşıdığı sanat değerinin yanında, şairin hayatının bir döneminde geçirdiği felçten kurtulmasına vesile olduğuna dair rivayete borçludur.
Söz konusu rivayete göre, felç geçirdiğinde bir akşam kendisine şifa vermesi için Allah’a dua eden şair, rüyasında Hz. Peygamber’i görür. Resul-i Ekrem, ondan kendisi için yazdığı kasideyi okumasını ister. Bûsîrî: “Yâ Resulallah! Ben sizin için birçok kaside yazdım, hangisini emredersiniz?” deyince Hz. Peygamber, şiirin ilk beytini söyler. Bunun üzerine şair kasidesini okumaya başlar, Allah Resulü de sonuna kadar dinler. Bitince hırkasını (bürde) çıkarıp şairin üstüne örter ve eliyle vücudunun felçli kısmını sıvazlar. Bûsîrî, uykusundan uyanınca bedeninde felçten eser kalmadığını fark eder. Bu rüya hadisesinin halk arasında yayılmasından sonra söz konusu manzume, Kasîdetü’l-Bürde olarak üne kavuşmuştur.
Söz buraya gelmişken, İsmail Kara Hocanın İçimden Geçen Günler-Notlarım kitabında bu konuyla alakalı şu anekdotu önemlidir; “Mehmet Zahit Kotku Efendi’nin tasavvufi ahlâkında yer alan sohbetlerinden birinde okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam Küçük Hüseyin Efendi idi. Müridan (müridleri) ve muhibbanından (sevenleri) verem hastası olanları, cemaatle namaz sırasında sıkı saflara sokarak veya onların olduğu safları daha da sıkılaştırarak tedavi edermiş. Bulaşıcı ve o zamanlar için çok tehlikeli bir hastalığa karşı mesafe değil de sıkı, sımsıkı bir yakınlık, bir temas; omuz omuza… Kalpten kalbe sağaltıcı bir yol açmak, belki de bedenden bedene gümrah ormanların tertemiz havasını getiren bir kanal inşa etmek için… Eski dünyada veba gibi bulaşıcı salgın hastalıklara ve kıyıcı harplere karşı alınan tedbirlerden biri de hafızların şehrin surlarının etrafını dışarıdan dolaşarak şifa niyetine hatim indirmeleri idi. Tarih kitaplarında Sahih-i Buhari’nin, Şifa-i Şerif’in, Kaside-i Bürde’nin de bu şekilde baştan sona okutulduğuna dair rivayetler var.”
Ayrıca yine konuyla alakalı olarak eski Beykoz Belediye Başkanı rahmetli Yücel Çelikbilek tarafından Hac vazifesinde Müzdelife vakfesinde seyahatteki dostlarına hitaben: “Burası Yüce Allah’tan her türlü hastalık ve dertlere karşı şifa niyaz edilecek dua makamıdır. İsteyin isteyebildiğiniz kadar” ifadesinden sonra uykuya dalan ve uyandığında iki eli felçli olan, İstanbul yolcu gemilerinin emekli çarkçıbaşısı bir zatın büyük bir sevinç çığlığıyla uyanarak ellerinin iyileştiğini anlatması yaşanmış bir örnek olarak konumuzu daha iyi açıklamaktadır. (Bkn: VAV TV Gönül Coğrafyamız, 48. bölüm / www.icazettendiplomaya.com/videogaleri bölümü, Kaside-i Bürde İcâzeti)
Kasîde-i Bürde Türkçe, Farsça, Urduca, Peştuca, Pencapça ve Malayca gibi neredeyse tüm Müslüman milletlerin dillerine tercüme edilmiş, aynı zamanda İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Grekçe ve İspanyolca gibi birçok Avrupa diline çevrilmiştir. Ayrıca iki yüz ellinin üzerinde şerhi olduğu bilinmektedir. İslam dünyasında Kasîde-i Bürde kadar meşhur olan, onun kadar okunan ve üzerine şerh, tercüme, taştir, tahmis, tesdis, tesbî, ta’şîr ve nazire yazılan başka bir şiir yoktur.
Özetle ifade etmek gerekirse, akıllı ve akılsız zararlı canlılardan; öldürücü ve bulaşıcı mikroplardan; zehir vb. zararlardan; cin ve şeytan tasallutundan; yangın, deprem, sel baskını, yıldırım düşmesi gibi insan gücüyle önlenemeyen felaketlerden Allah’a sığınmak amacıyla, Kur’ân-ı Kerîm’de muavvizeteyn (sığınma duaları) olarak adlandırılan Felak ve Nâs gibi Surelerin yanında naat, kaside ve bürde gibi duaların okunması, temeli dine dayanan ve öteden beri uygulanagelen yerleşik adet halini almıştır.
Ayrıca, büyücülerin ipliklere üfleyerek bağladığı düğümlerle verebileceği kötülüklerden korunmak amacıyla Allah (c.c.)’a yapılan bu ve benzeri dua ve niyazlar, mübarek gün ve gecelerde; sünnet, düğün, bayram ve cenaze merasimlerinde geçmişten günümüze kadar okuna gelmiştir.
Bütün bunların yanında günümüzde, Hz. Peygamber’in “Tedavi olunuz!” emrine uyarak, tıbbın gerektirdiği tedavi yöntemi uygulandıktan sonra bunların ek olarak yapılması öngörülmüştür.
KAYNAKÇA
ASYA, Arif Nihat, Naat, Duvarlar ve Âminler, Ötüken Yayınları, İstanbul 1976.
CARREL, Alexis, İnsan Bu Meçhul, Arif Polat Kitabevi, (çev. Vedat B. Nazikioğlu), İstanbul 1959.
ÇAKIR, Kâmil, Adınla Başlar Her Şey, Gülhane Yayınları, İstanbul 2022.
DÖNDÜREN, Hamdi, Evrensel Çağrı Kur’ân-ı Kerim, Çelik Yayınevi, İstanbul 2005.
Ebu Dâvud, Tıbb 11, (3874).
KARA, İsmail, İçimden Geçen Günler, Dergâh Yayınları, İstanbul 2022.
KAYA, Mahmut, Kasîdetü’l-Bürde, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul 2001, 24, 568-569.
KOÇ, Hamza, Mustafa Maksûd Resâ Efendi’nin Kasîde-i Bürde Tahmisi, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 27, İstanbul 2021, 489-546.
MAHMUD Nairouza-Bozkuş İsmail-Öncü Mustafa, Sahabe-i Kirâm’ın
Peygamberimiz’e Methiyeleri, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Temel İslâm Bilimleri Bölümü, Arap Dili ve Belâgatı Anabilim Dalı.
OKUTAN, A. Şakir, İmparatorluğun Son Devirlerinde İlme Adanmış Bir Hayat, Ganiömerzâde Mahmut Sabri Efendi’nin Basılma aşamasındaki çalışması, 2023.
TDV. İslam Ansiklopedisi, Rukye Maddesi, Cilt 35, S. 221.