Sağlık insanın ikizi gibidir. İnsanla birlikte doğar ve yanıbaşında durur; zaman zaman bozulur, düzelmesi için çeşitli çarelere başvurulur. Ama bu düzelme her zaman uzmanlık bilgisi ister. İşte tıp sanatı dediğimiz ilim bu şekilde ortaya çıkmış ve sonra da, temel ilimlerden biri haline gelmiştir.
Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
İsmail Kara Hoca’nın Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’undan
aktardığı şekliyle: “Mazi ile alakamızı yeni
baştan kurmamız lazım (...) Maziyi ihmal edersek hayatımızda
ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder (...)Mazi ile
alakamızı yeni baştan kurmamız lazım (...) Maziyi ihmal
edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder.
Dün doğmadık. (...) Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar
zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz
halde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her
şey bizden yeni bir terkip bekliyor; biz misyonlarımızın
farkında değiliz.”
II. Abdülhamit dönemi 2 Aralık 1898 tarihli Rıfkı Osman Efendi'ye ait Tıp İcâzetnâmesi
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” ilâhî buyruğu, İslâm medeniyetinin ana damarını oluşturur. “İlim Çin’de bile olsa arayınız” nebevî emri ise bunu perçinleyerek ilmin önemini açığa çıkartır.
Sağlık, insanın ikizi gibidir. İnsanla birlikte doğar ve yanı başında durur; zaman zaman bozulur, düzelmesi için çeşitli çarelere başvurulur; ama bu düzelme her zaman uzmanlık bilgisi ister. İşte ‘tıp sanatı’ dediğimiz ilim bu şekilde ortaya çıkmış ve sonra da, temel ilimlerden biri haline gelmiştir.
İslâm dönemine gelinceye kadar doğal/insanî bir doğrultuda gelişen tıp, İslâmî dönemde, kendisinden önceki dönemlerin tecrübe/mirasına yaptığı büyük katkılarla parlak bir zirve oluşturmuştur. Ancak günümüzde Batı kaynaklı modernizmin, geleneği saf dışı bırakma hastalığı, tıp konusunda da büyük bir yıkım meydana getirmiş, insan yüzlü kadim tıp anlayışından âlet/makine ağırlıklı tıp anlayışına geçilmiştir. Dolayısıyla daha önce insanı esas alan anlayış, şimdi makineyi önceleyen, âletleri insanlara tercih eden bir anlayışa dönüşmüştür.
Sağlığı bozulan bir insanın ruhuna hitap ederek, onu her şeyden önce manevî anlamda iyileştirerek tedaviye başlayan kadim tıp anlayışının öznesi “hekim”dir. Hekim, “hakîm” kelimesiyle aynı anlamda, ‘bilgelik’ demektir. Yani hekim sadece tıp konusunda malumat sahibi olan kişi değil, her türlü insanî bilgiyle mücehhez bir kimsedir. Sadece laboratuvarlarda oluşturulmuş ilâçlarla tedavi yolu izlemez, insanla konuşur, onu aynı zamanda ruhen/manevî anlamda da tedavi eder.
Hastasını sadece gelişmiş mekineler ve yapay ilâçlar yoluyla tedavi eden modern tıbbın öznesi ise “doktor”dur. Bu anlayışta doktorun kişisel olarak iyi olup olmaması çok da önemli değildir. Her hâlükârda doktor, bir sektör olarak gelişen tıbbın bir aparatından ibarettir. Yani kapitalist dünyanın en büyük pazarına sahip bir sektöründe uç eleman olarak çalışan maaşlı bir görevli haline getirilmiştir. Bu tıp anlayışında, doktor da dev makineler gibi metalaşan bir nesneden ibaret hale gelmiştir.
Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Şâhânesi Amblemi (1836)
Evreni maddeden; kendi dışındaki insanı sömürü alanından insanlararası –ister fert ister toplum bazında olsun- ilişkileri çıkardan ibaret sayan materyalist bir dünya görüşü ile; insanı “eşref-i mahlûk”, toplumu tanrı “vediası”, insanlararası ilişkiyi kardeşlik esası içinde gören bir başka dünya görüşü arasındaki fark gibi icâzetli hekimle diplomalı doktor arasında belirgin bir ideal farkı vardır.
Biz bu iki anlayışı, yani hekim/doktor düalitesini icâzet/diploma ikili kavram setiyle simgeleştirdik. Böylece setimiz icâzet/hekim-diploma/doktor şeklini almış oldu. Her şeyde olduğu gibi tıp alanında da sekülerleşen ve maddîleşen çağdaş Batılı anlayışı, diploma/doktor ikilisi temsil ediyor. Bu alan çok yüksek kârın kaynağı olarak adına hastahane denilen dev ticaret merkezleri kursa da yine taleplere yetişememekte, sürekli yenileri yapılmaktadır. Aslında bu, sorgulanması gereken bir husustur. İnsanlığın her konuda ilerlediği yalanının arkasındaki çıkar gurupları niçin hastalıkları azaltmaya değil de çoğaltmaya çalışıyorlar? Niçin her gün bir hastahanenin ihtiyaç kalmadığı için kapanmasına değil de, ihtiyaç üzerine yenilerinin kurulmasına şahit oluyoruz? Demek ki sağlık sektöründe de hiçbir ilerleme yok! İlerleme sadece daha büyük binalar ve daha gelişmiş cihazlarda. Bu durum, günümüz tıbbının ruhunu yitirdiğinin en büyük göstergesidir. Günümüzde ‘alternatif tıp’ anlayışlarına karşı yeniden bir yöneliş ve rağbet, eğer insanın sağlığını bile paraya dönüştüren kapitalizme karşı zafer kazanırsa, o zaman gerçek tıpla yeniden buluşmamız insanlık için büyük kazanç olacaktır.
Bu kitabın oluşması, “Osmanlı’dan Günümüze, İcâzetten Diplomaya” adlı koleksiyonumuzu tasnif edip ayıkladığımızda, dikkatimizi çeken bir husustan kaynaklanmıştır. Tıp icâzetlerini düzenlerken, diğer bütün bitirme belgelerinde “diploma” kelimesi kullanılmaya geçilmişken, bunlarda “icâzetnâme” kelimesinin devam ettirilmesi merakımızı celbetti. Elinizdeki mütevazı eser, bu merakın giderilmeye çalışılmasının bir ürünü. Aslında bizim geleneğimizdeki tıbbın yüksek yerini alelade bir “diploma” kelimesi gösteremiyordu. Dolayısıyla “icâzetnâme” kelimesi, bütün derinliğiyle kendi kendini savunmuş ve bir süre daha manasını muhafaza etmek için direnmişti. Ama günümüzde artık her şeyde olduğu gibi bu kavram da modernizmin despotluğuna teslim olmak zorunda kaldı.
Benimki bir belge yolculuğu. Elimden geldiğince içeriklerini anlamlaştırmak ve hakikat yolcularına geçmişin anlam zenginliğini tattırmak.
Mevlâna, insanın değeri aradığı şeydir der. Biz koleksiyonerler de neyi arıyorsak onu bulmaya çalışır, biriktirir ve bunlara göre de koleksiyonumuzu oluştururuz. Yan yana olduklarım; çabama güç ve ilham vererek bu çabanın doğurduğu ürünün bir parçası olurlar. Elbette her şeyden önce ailem gelir; onlar hep yaptığım işte beni desteklediler.
Koleksiyoner olarak, yaptığım her çalışmada tecrübelerinden yararlandığım Prof. Dr. Sadrettin Pençe ve değerli dost-ağabey Dr. R. Sertaç Kayserilioğlu’na, eski metinlerin okunmasında Mehmet Yahya Okutan’a, bu eserde ana omurgayı oluşturmada, benim dağınık notlarımdan okunabilir bir metin çıkaran Yüksel Kanar ağabeyime çok müteşekkirim... Ayrıca eserimizi makaleleriyle daha anlamlı kılan Prof. Ayten Altıntaş, Prof. Cengiz Çakmak ve Prof. Ömer Türker’e sonsuz teşekkürler ederim.
Çabalarımın asıl gayesi, dualarımın belgeler ışığında yazıya dönüşmüş halini görmek ya da Rabbimizi (cc) razı etmek niyetiyle insanımıza faydalı bir şeyler verebilmek...
Nasip edene sonsuz şükürler, katkı verenlere yürek dolusu selamlar...