Bir dava şuuruyla genç bir imam hatipli olarak okulun kapısında sattığım gazetenin baş yazarının köşe başlığı olan “Mizan”, o körpe dimağımda olağanüstü, ulaşılmaz çağrışımlara neden oluyordu. En başta da onu “ölçü” ile, “terazi” ile ve kutsal adalet duygusuyla eşleştiriyordum.
Çok geçmeden hayatın akışı beni o gazetede muhabir olarak çalışmaya götürdü. Kafamın içinde büyülü hülyalar yaratan “mizan”ın sahibinin gazetesindeydim şimdi. Orada gerçekten de adaleti yaşam felsefesi haline getirmiş, onun temsilciliğini yapan bir kişi olarak tanıdım onu. Bir zamanlar ulaşılmaz gördüğüm bu adam, gazete içinde her yerde, her odada, her köşede karşıma çıkan birisiydi. O ulaşılmaz,gazetedeki köşesi adına derin anlamlar yükleyerek sevdiğim insan, artık hayalimden gerçekler dünyasına taşmıştı. Türkiye’nin her şehrinde ve hatta yurt dışındaki konferanslarındaki, çeşitli vesilelerle düzenlenen mitinglerdeki ateşli ve idealist, bir o kadar da ruhları şahlandıran konuşmalarını hep takdirle takip ettim. Hep sevdim kendisini, hep saygı duydum ona.
İşte üzerime her haliyle saygı uyandıran bu mütevazı adam, Sadık ağabeyimdi benim.
1980 ihtilalinin üzerinden bir sene geçmeden, benim adaletle özdeşleştirdiğim Sadık ağabeyim, kendisine karşı yapılan asılsız isnatlarla, adına adalet denen bir başka anlayışın ölçüsünde suçlu bulunarak Silivri cezaevine konuldu.
Kişiliğimin gelişmesinde, özellikle dik duruşundan etkilendiğim bir ağabey, bir dava idolü olarak daima yakın sevgisini ve şefkatini gördüğüm, çevresinde olan herkes gibi beni de sahiplenen Sadık ağabeyimi, mahpushane öncesi hem bir soluk aldırmak, hem de kendisiyle röportaj yapmak isteyen meslektaşlarımı atlatarak bu ayrıcalığı yaşamak için o zamanın sayfiye yeri bugünün metropol şehri İkitelli’deki baraka evimize götürerek bütün gün misafir etmiş, bir dost ağabeyin kanatları altında olmanın tatlı gururuyla röportaj yapmanın huzurunu yaşamıştım.
Silivri Cezaevine iki-üç arabalık konvoyla vardığımızda tüm yaşamı boyunca sergilediği o dik duruşunu, sarsılmaz inancını, yıkılmaz sağlam karakterini ve yüklendiği davanın onuruyla arkasına bakmadan ilerleyişini gördüm. İçeride, demir parmaklıklar arkasında ise zamanın geçmek bilmemesine karşı, büyük bir teslimiyet gösterdiğine emindim. Nitekim oradaki duygusunu, içerden yazdığı bir mektupta dile getiriyor, zindan hayatının acı ve kederlerinin, bizim onu bırakıp döndükten ve parmaklıklar ardında yalnız kaldıktan sonra başladığını, ama Allah’ın dostluğunun her şeyden üstün olduğunu, dayanma gücünü de O’nun yardımından aldığını söylüyordu.
Gerçekten de evinin kapısına kilit vurulmuştu. “Ne yapalım ki bu ülkede bizi fikrimiz ve inancımızdan dolayı üzüyor, çoluk çocuktan uzak tutma yolları arıyorlar…” diyordu bir mektubunda. Diğer mektubunda ise yürek paralayan satırlar vardı: “Bilmem ne zamana kadar bizim ev kilitli kalacak... Çünkü hanım hasta oldu ve tüberkülozdan dört gündür Süreyya Paşa Senatoryumunda yatıyor. Büyük oğlum okuluna yakın bir akrabada, küçüğü de teyzesinin kızının evinde…” Yani Sadık ağabeyimin dört kişilik aile yuvası darmadağın olmuş, dört parçaya ayrılmıştı…
Bu durumda, Allah’tan başka hangi güç insanın sarsılmaz inancını sabit tutabilir? İşte Sadık ağabeyim böyle bir sarsılmaz inancın sahibidir.
Cezaevindeyken mektuplaşmamız devam ederken, sürekli olarak beni fikir ve inanç özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması ve Türkiye’deki laiklik uygulaması ile bunun fikir ve inanç üzerindeki etkileri konusunda bilgilendiriyor, eğitiyor ve gazetede bu konuların işlenmesi için teşviklerde bulunuyordu. "Yigit düştüğü yerden kalkar." deyip doğrularından asla taviz vermeyen bu bilge insanın bir de yüreğinin yarası eşi ve iki çocuğu vardı.
Elbette davası yanında, sorumlu olduğu ailesi için de hassasiyetler taşıyordu. Cezaevinde yatan birisi olarak ailenin içinde bulunduğu durum gerçekten vahimdi. Benden, küçük oğlunu okulunda ziyaret etmemi istedi. Bunu yerine getirdim. Böylece hayatının amaçlarından biri olan ailesi ile tanışma fırsatını yakalamış oldum.Özellikle,hayatının her anında olduğu gibi hapishane günlerinde de aileyi tek vücut ayakta tutabilmesini bilen ,eşinin inandığı davaya onun kadar inanan Sadık ağabeyimin ayakta durmasının en büyük dayanaklarından biri olan Kıymet ablam...
Sadık ağabeyimin kapalı cezaevindeki mahpusluğu bitmiş, özgürlüğüne kavuşmuş olmasına rağmen, sıkça adliye saraylarında, sıkıyönetim mahkemelerinde görünüyordu. Günlük yaşamı neredeyse açık cezaevi şartları içinde geçer olmuştu. Ben de bir taraftan onun haberlerini yaptım, çektiği sıkıntılara şahit oldum, bir taraftan da yanında olmanın hazin gururunu yaşadım.
Kaderin cilvesine bakın ki, Sadık ağabeyimi vatani görevimi yaptığım Selimiye kışlasında da izlemek ve ağırlamak varmış. Geldiği sıkıyönetim mahkemesindeki duruşmasını bu defa asker olarak izledim ve fotoğrafladım. Sıkıyönetim şartları ülkenin her köşesinde ağırlığını hissettirirken, onun yaşamında da özel bir yer tuttu; ağır bir yük olarak varlığını hep sırtında hissettirdi. Abimin duruşmasız, ifadesiz, polissiz günü olmayacaktı demek ki. Onun için sıkıyönetim kalksa da hep var olacaktı. Ama bunları her zaman bir olgunlaşma sınavı olarak gördü, altında asla ezilmedi. Dilinden eksik etmediği şükür için bir vesile kabul etti. Karşılığını Allah’tan beklediği bir imtihan olarak gördü.
Bütün sıkıntıları arasında çağrıldığı konferanslara koşarak gitti. Bu ona büyük bir dinamizm veriyordu. Karşılık beklemeden inandıkları uğruna bu kadar yorulan, davası uğruna şevkle çalışmaktan asla geri durmayan, gazeteci olarak izlediğim, tanıdığım Sadık ağabeyimi ben de kendime örnek aldım. Doğrusu eğilmeden dik durma, inandıkları doğruları ne pahasına olursa olsun savunma, asıl onurun bu olduğu konusunda ondan çok şey öğrendim. O, eğilmeden, bükülmeden, asla yolundan sapmadan, kaleminin son mürekkebine kadar, hatta soluksuz kalsa bile hiç kimseye, ama hiç kimseye muhtaç olmadan, el açmadan yaşam mücadelesini onurlu bir şekilde verip vefayı her şeyin üstünde tutan bu hakikat araştırıcısı bunu hayatının sonuna kadar da sürdürüyor. Fındıkzade İlkokulu’nun 3. ve 4. sınıflarında tanıdığım çocuklarını en iyi şekilde yetiştirebilmek için,kütüphanesinde özenle koruduğu çok değerli el yazması, ciltli kitaplarını bile satmak zorunda kalan, onlardan ayrılmanın acısına katlanan da yine Sadık ağabeyimdi.
Benim ağabeyim her zerresini fedakarlık ve öSzveriyle geçirdiği bu yaşamında karşılığını, ecirlerin en mükemmelini hep Allah’tan alacağını hesap etmiş, uğrunda eza ve cefalar gördüğü, mahpus yattığı siyasi misyon için asla ikbal beklememiş, hiçbir zaman ön plana çıkmak gibi bir kapris taşımamış, hep bir nefer olarak kalmayı tercih etmiştir.
Siyasi arenada oy toplamak için Sadık ağabeyimin ismi referans olarak kullanılmaktan çekinilmediği halde, hak ettiği yer ondan hep esirgenmiştir. Fakat benim abim, bunlar hiç olmamış gibi seçimlerden sonra verdiği mücadeleyi ilk günkü tazeliğiyle ve bütün gücünü harcayarak devam ettirmiş, şan ve ikbal adamı olmak yerine dava adamı olarak kalmayı tercih etmiştir.
Şimdi o, arkasındaki büyük başarılarıyla bilge bir kişi olarak hayatını sürdürüyor.
Allah onu hep bizimle var etsin.